Prof. Dr. Kerem ALKİN / Büyükelçi
Küresel ekonomi politik sisteme yönelik, daha da derin bir boyutta İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulmuş “Küresel Düzen”e yönelik değişim ve dönüşüm sancılarının ciddi manada şiddetlendiği, bu nedenle de küresel ve bölgesel jeopolitik ve jeoekonomik gerginliğin tırmandığı bir sürecin içinden geçiyoruz. Küresel Kuzey ile Küresel Güney arasında rekabet derinleşiyor. 2000'lerin başından bu yana Atlantik'ten Asya-Pasifik'e doğru hareketini sürdüren “sıklet merkezi” odaklı değişim, kıtalar arası enerji, savunma, teknoloji ve lojistik odaklı mücadeleyi de yoğunlaştırmış durumda. Bu mücadelenin kritik önemdeki sacayaklarından birini ise “nüfus” oluşturuyor.
2024 sonu itibariyle 8,2 milyarı geçen dünya nüfusunun 2050’de 9,7 milyara, 2080’de ise tarihinin en yüksek seviyesi olarak 10,3 milyara ulaşması bekleniyor. 2080 ile 2090 arası ise 100 milyon azalarak 10,2 milyara gerileyeceği öngörülüyor. 10 yıl önceki öngörüler ise 10,3 milyarlık dünya nüfusuna 2100’de ulaşılacağına işaret etmekteydi. Son 10 yılda, Asya ve bilhassa Afrika’daki hızla değişen demografik eğilimler, başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere, pek çok çok taraflı uluslararası teşkilatın simülasyon ve projeksiyonlarını sürekli gözden geçirmelerini zorunlu kılıyor. 2100’e kadar kıtalar arasında nüfusunu aralıksız artırmayı sürdürerek, 4,4 milyar nüfusa ulaşacak kıta ise 21. yüzyılın “yükselen kıtası” Afrika olarak karşımıza çıkıyor.
Soğuk Savaş sona erdikten sonra, milenyuma kadarki on yıllık dönemi, gelişmiş ekonomiler, artık küresel ve bölgesel jeopolitik gerginlik ve çatışma olmayacağı umuduyla (hülyasıyla demek daha doğru olur), nüfus, göç, askeri güç gibi kavramlara büyük ölçüde boş vererek, önemsizleştirerek geçirdiler. Avrupa, kısmen “yaşlanan nüfus” tartışmalarına sınırlı ölçüde sahne olsa da, bilhassa “düzenli göç” ile gelişmekte olan ülkelerde yetişmiş beyinleri ve mavi yaka iş gücünü kabul etmeyi sürdürerek, Avrupa’nın yerel nüfusunun tenezzül etmediği meslekleri, işleri göçmenlere yönlendirip, askeri harcamaları da minimize edip; oradan artan kaynağı daha müreffeh bir yaşam tarzına aktararak keyifli bir 15 yıl yaşadı. Bugün ise Avrupa “nüfus” meselesini daha kapsamlı ve daha kapsayıcı bir ciddiyetle ele almamanın pişmanlığını yaşıyor.
Avrupa İçin Yakın Felaket: Yaşlanan Nüfus
21. yüzyılda ne kadar yüksek teknoloji odaklı bir dönüşüm yaşansa da, gerek kıtalar arası üretim ve tedarik rekabeti, gerekse de askeri güç rekabeti, halen ve halen ülkelerin, coğrafyaların nüfus, istihdam ve beşeri kaynak imkân ve kabiliyetleri ile doğrudan bağlantılı. Bu nedenle, dünya nüfusunun yaşlandığı ve pek çok ülkede doğurganlık oranının gerilediği gerçeği, ülkeleri, beşeri kaynakların arz ve talep güvenliği açısından endişeye sevk ediyor. Öyle ki, dünya bütününde 65 yaş ve üstü nüfus en hızlı artan yaş grubunu oluşturmaya başladı. 2075’te dünya genelinde 65 yaş ve üstündeki nüfusun 2,2 milyara ulaşması ve o tarihte 18 yaş altı dünya nüfusunu geçmesi bekleniyor. Bu tablodan en fazla etkilenecek olan coğrafya ve ülkeler ise en temel mal ve hizmetleri üretmek, tedarik etmek, tüketim merkezlerine ulaştırmak; daha da kritik bir konu başlığı olarak ulusal güvenliği sürdürülebilir kılmak noktasında büyük zorluklar yaşayacaklar.
İşte bu noktada, Avrupa önemli bir “tehdit” ile karşı karşıya. 2023 sonu itibariyle 742,2 milyona ulaştığı öngörülen Avrupa'nın toplam nüfusunda, son 10 yıldaki artış sadece 2,2 milyon. O da ağırlıklı olarak Türkiye sayesinde. İkinci Dünya Savaşı sonrası, ağır bir yıkımdan çıkmış olan Avrupa, 1950 ile 1985 arası, 35 yılda 157,8 milyon nüfus artışı yaşarken, bir sonraki 35 yılda sadece 38,7 milyon civarında artış gerçekleştirebildi. Avrupa Kıtası, küresel rekabette iddiasını sürdürebilir kılması için gereken nüfus açısından “kırmızı alarm” veriyor.